1918
Akşehir’de doğan Tarık
Buğra, orta öğrenimini İstanbul ve Konya’da yaptı. İki sene tıp ve birkaç yıl
hukuk fakültesinde okuduktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümüne devam etti. Buradaki tahsilini de yarıda bırakıp
askere gitti. Dönüşünde son imtihanlarını vermeyip Fakülteden ayrıldı.
1950’den sonra gazeteciliğe başladı.
Milliyet, Yeni İstanbul gazetelerin-de fıkra, hikaye yazarlığı ve Yazı İşleri
Müdürlüğü yaptı. Uzun süre Tercümanda
fıkralar, Hisar dergisinde hikayeler yazan Tarık Buğra, şimdi roman ve
oyunları-nı yazmaya devam etmektedir. Türkiye gazetesinde, haftada bir
makaleleri de çıkmaktadır.
EDEBİ KİŞİLİĞİ
Tarık Buğra
hikaye, roman ve oyun türlerinde eserler vermiştir.
Hikayelerini, Oğlumuz (1949), Yarın Diye Bir Şey Yoktur(1952), İki Uyku Arasında (1954),
Hikayeler(1964), Hikayeler(1969) adlı kitaplarında toplamıştır.
Romanlarından
kitap haline çıkmış olanlar: Siyah
Kehribar(1955), Küçük Ağa(1964), Küçük Ağa Ankara’da (1966), İbiş’in
Rüyası(1970), Firavun İmanı(1976), Dönemeçte(1978), Gençliğim Eyvah(1979),
Yağmur Beklerken (1981), Yalnızlar(1981)Osmancık (1983), Dünyanın En Pis
Sokağı(1989)dır. Ayrıca Gagaringad (1962)’da topladığı Rusya yazıları
vardır. Fıkralarının bir kısmını Gençlik Türküsü (1964), Düşman
Kazanmak Sanatı(1979), Bir Çağın Adı(1990), isimleriyle bastırmıştır. Tiyatro Oyunları: Ayakta Durmak İstiyorum(1966), Üç Oyun(1981). (Bu baskı ayakta durmak
istiyorum’la birlikte Dört Yumruk, Yüzlerce Çiçek Birden açtı oyunlarını da
içine almaktadır.) Başarı ile piyes haline getirdiği İbiş’in Rüyası
romanı da, 1974’te Devlet Tiyatrolarınca oynanmış, ilgi toplamıştır.
Hikayeleri ve Romanları:
Tarık Buğra’ yazı
hayatına heves verimi bir romanla başlamış, yirmi iki yaşındayken yazdığı
Yalnızlar Romanı’nı 1940’ta tefrika etmiştir. Sonraki edebi çalışmalarını, ilk
yıllarda daha çok hikaye üzerinde toplamış ve sanatçı ününü bununla yapmıştır.
1948-1955 yıllarını dolduran verimli ve güçlü hikayecilik döneminden sonra
Siyah Kehribar’la ilk önemli romanını vermiş,959’da başlayan çalışmaları ile Küçük Ağa adlı üç ciltlik büyük romanını
ortaya koymuştur. (3. Cilt Firavun İmanı kitabıdır.) Ancak bu arada hikayeler
yazmaya devam etmiştir. Bu özetlemeden anlaşılacağı gibi Tarık Buğra, hikaye ve
Roman çalışmalarını uzun süre birlikte sürdürmüş, fakat 1960’lardan sonra
ağırlığını Romana yazıcılığına vermiştir.
Tarık Buğra’nın hikayeleri kuruluş,
tema, dünya görüşü ve her şeyden önce hikaye olmak direnişleriyle,
hikayeciliğimizde ayrı bir aşamadır.
Çoğu hikayelerinde olayı fazla
umursamayışı, yaşamanın herhangi bir noktasından tutarak anlatmaya başlaması ve
şiirli üslûbu ile klasik yapılı hikayelerden ayrılarak, Sait Faik’le açılan
“enstantane” hikaye çığırına bağlanır. “İki
Uyku Arasında” kitabına aldığı Beşinci gibi hikayelerinde iyice Sait Faik
havasındadır.
Her çevre insanının günlük
yaşayışlarını ve bir olay içinde aldıkları tavırları yorumlamadan ve ön
yargısız bakışın rahatlığı ile anlattığı hikayelerin-de ise Mahmut Şevket
Esendal’ı hatırlatır. Fakat kişilerini derinleştiren, ustaca çözümleyen ve dış
ayrıntılardan çok iç-gözlem’e yönelmiş olan tutumuyla Tarık Buğra, ayrı bir
hikaye tarzı bulabilmişti. Bu hikayelerde asıl göze çarpan ise biraz öfkeli,
bağırgan hitaplar ve azarlamayı andıran sıfatlarla dolu anlatımdır.
Tarık Buğra’nın sanat anlayışı, Sosyal
Gerçekçi denilen hikaye ve roman yazıcılarının tutumlarıyla zıt olduğu için,
1970’li yıllara kadar, “Sosyalist Toplumcu” denilen meslektaşlarını: “Alınteri
ve sefalet komisyoncuları”, “Foto şipşakçılar ve röportajcılar” sıfatlarıyla
yermiştir. Bu sıfatları haklı göstermek için:
“Sanat
alelâde gerçeklerin gözlenip
kaydedilmesinden ibarettir. Sanatta güzellik değil fayda esastır. Sanatçı ferdi
değil, toplumu anlatmalıdır. Kişi Bayağı ihtiyaçlarının eseridir.” Gibi
görüşlerin emile Zola’dan ve Hüseyin Rahmi’den buyana tekrarlana tekrarlana
bıkkınlık verdiğini ileri sürmüştür. Ona göre, Orhan Kemal, Samim Kocagöz gibi
yazarların tezleri, sanat eserlerinden daha çok gazete makalelerine, ihtilâl
bildirilerine yakışır. Sanatın amacı insanı yükseltmek olduğu halde,
bazılarının onu bütün değerlerinden soyarak, aşktan, ahlaktan, Tanrıdan
uzaklaştırarak alçalttıklarını ileri sürer.
Tarık Buğra da hikayelerinde çevre,
kişi, olay tasvirleri yapmaz değildir. Fakat hikâyeyi sırf gözlemcilik üstüne
oturtmaz. 1955’den sonra Batı etkisinde moda bir akım olarak gelen, şaşırmış
edâlı, soyut ve çözümcü hikayelere kapı aralarcasına (ama kopuk değil bağıntılı
olarak) çevre, kişi ve olayların katı gerçeğinden fazla, izlenimlerini vermeğe
çalışır. Açık fikir söylemekten ve ahlaki olmaktan az çok çekinirse de aşk,
aile, Allah , insana saygı, evlat sevgisi, gibi değerlere bağlı olduğu
gerçeğini pekte gizleyemez. Bazen Beşinci adlı hikayesinde olduğu gibi, o
vasıfları taşımayan, açıkgöz, hor görücü kişilerin karşısına şövalye ruhlu ama
alçak gönüllü, Anadolu kültürünün pişirmiş olduğu insanlar çıkarır. Bu tercihi,
pek az hikayesinde yaptığını da söylemeliyiz.
Tarık Buğra, toplumdaki çatışmaları,
zıtlıkları, haksızlıkları sosyetik açıdan ele almaz. Bunu psikolojik alanda
yapmak ister. Bu sebeple, dostlar, sevgililer, düşünceler, hayat manzaraları,
iklimler ve olaylar karşısında, bazen alaycı, bazen acıklı, tedirginlikleri,
sıkıntı ve bunalımları yansıtır. Bu hikayelerindeki kişiler, toplum karşısında
yalnız ve çaresizdirler. Onların gerçek kişilikleri ve içlerinden geçenlerle
davranış ve sözleri arasında başkalıklar, çekişmeler bile vardır. Bundan ötürü
işkence, azap içindedirler. Dostluğa, aşka, iyiliğe yüceliğe susamışlardır ama,
bozulmuş kalabalık içinde bunları bulmaları zordur.
Tarık Buğra hikâyelerinin hemen hepsine
kendi bakışı, kendi duyguları, seyahatleri veya günlük hayatından girmektedir.
Bazen vakanın bütün yoğunluğunu üstünde toplamakta, bazen de hiç olmazsa
seyirci olarak bulunmaktadır. Bu tutum, olayı ve kişileri tabii olarak yazarın
seviyesine, entelektüel alana çekmektedir. Bu ise “fotoğraf realizmine” aykırı düşmektedir. Bazen kişiler, yazıcının
kendisi gibi hissetmeye ve düşünmeye olduğu kadar, onun gibi konuşmaya da adeta
zorlamaktadır.
Nitekim Tarık Buğra, Orhan Kemal’le
yaptığı tartışmalarda “alelade gerçeklerin” yansıtılmasına olduğu kadar
kişileri konuştururken başvurulan “şive
taklitçiliğine” de karşı olduğunu ifade etmiştir. Bunu:
“Naşit ve Kel Hasan seviyesinde
Rumeli ağzı, Arnavut ağzı, Adana veya Karadeniz ağzı... tulûatcılık” saymıştır.
Çünkü Tarık Buğra da Peyami Safa gibi, şive taklitlerini gelip geçici dil
görüntüleri saymaktadır. Ona göre sanat eserinin yaşaması en üstün kültür
Türkçe’siyle yazılmasına bağlıdır: “Hikaye
de, roman da, tiyatro da dille yaşar.
Dil’in mükemmel, yani değişmez haline yaklaştıkça yaşar.”
Buğra’nın
Hikaye ve Romanlarında Ortak Özellikler:
Tarık Buğra,
hikaye yazmayı 1955’lerden iyice seyrekleştirmiştir. 1955’te yayımladığı Siyah
Kehribar romanı 1979’da çıkan Gençliğim Eyvah romanının bir taslağı ve provası
gibidir. İlk önce, destanî nitelikleri belirgin üç romanla (Küçük Ağa, Küçük
Ağa Ankara’da, Firavun İmanı) dikkatleri üzerinde toplayan Buğra, daha sonra
türlü sosyal konularda yazdığı yedi roman ile bu türdeki ustalığını kabul
ettirmiştir.
Zamanla
hikâyeden romana geçmiş olduğu (diğer bazıları gibi) kesin olmakla birlikte, Tarık
Buğra’nın bütün eserlerinde (hikaye, roman, piyes) birlikte incelememiz gereken
hususlarda çoktur. Umumi bir bakışla, Tarık Buğra’daki mizaç, şahsiyet,
düşünce, duygu ve tepki özelliklerinin,hikaye, roman veya oyun kalıplarına
dökülüşünü gösteren noktalar şöyle özetlenebilir:
Tarık Buğra,
ilk hikayelerinden beri eserlerinde, rahatsız edici bir meçhul (bilemez) ve
zorlu bir pençe ile çarpışır gibidir. O gizli kuvveti, bazen dindarca bir
“tevekkül” ile kader gibi ele almaktadır. Kadere sığınarak rahatladığı
olmaktadır. Bazen de onu uğursuz, dolap döndürücü, “kalleş” şeytani bir kuvvet
olarak karşısına alarak, ona isyan etmektedir. Onun “giz”lerini soymaya,
foyasını açığa vurmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki bütün bozulmaların,
çürümelerin, yalan ve yolsuzlukların temelinde yatan
asıl kötüyü,adeta kötülük tohumunu araştırmaktadır.
Her eserinde,
bu kötü sırrın kaynağını arayan Buğra, “Bitmemiş Senfoni”den tutarak, “Şarap
Şişeleri”, “Kitaplar” gibi bazı hikayelerinde muammayı çözmeye çalışmıştır.
Fakat, Siyah
Kehribar ve Gençliğim Eyvah romanlarında, bütünüyle bu şeytani zorba gücü
kurcalayarak, sanki somutlaştırmış ve kesin bir milli bela halinde sunmuştur.
Tarık Buğra
her yazar gibi “mizacının adamıdır.” Kendi huy ve karakteri-nin, hayat macerası
ve sıkıntılarının duygu ve üslup olarak aksetmesi olağandır. Bu tabii hal,
Buğra’da olağanın da üstündedir. Her satır yazısında; tepki gösteren, ince
eleyen, azarlayan, gönül kıran, kendinden emin, biraz da mağrur tabiatının akisleri görülmektedir. Bu sebeple anlatım
ve üslupta da zaman zaman öfkeli, saldırıcı ve aşağılayıcı olabilmektedir. Bir
düşünceyi anlatırken bile, elinde olmayarak yergiye kaçmakta, içindeki
sıkıntıları da ortaya koymaktadır. Böyle bölümlerde, Tarık Buğra, roman-hikaye
anlatımından kopup polemik yazıcılığının, heyecanlı, nutuklu edasına
kapılmaktadır. Örnek:
“Dünya’nın
elbette en mendebur şeyidir şu
okur-yazar gururu. Aslına bakarsan, iki ayaklı, dik sürüngenlerin hepsini de
kokuşturan şeydir gurur. Gurur, yani kendini bir matah sanmak, kendini dünyanın
ekseni saymak. Diksürüngenlerin susmaması için, bir hokkalık bilimsel, kültürel ve sosyal mürekkep yalaması
gerekir ve yeter. İşte o zaman elini kolunu sallaya sallaya ortaya çıkar bu
ölümsüz ve de evrensel gurur. Fotoğraf kartları ve filmleri için iposülfat ne
ise, mürekkep de, yani iki paralık okuma yazmada bu gurur için odur. Ben...
zavallı ben, kendisini herkesten ve her şeyden üstün sayan ve ayrıcalığa aşeren
bu mendebur okur-yazar gururunu kullanmaktan başka ne yaptım ki?”
(Gençliğim Eyvah, 1979,s.396-397)
Buğra’nın aynı üslubu hikayelerinde de kullandığını söylemiştik.
İşte Örnek:
“...Bu senfoniye, bayağı sesler, çirkin
sesler, iğrenç sesler karışmış, tezgahtarlar, tek renkliler, putlara yani, zeka
ve dehalarına taparlar, -Vahşi ve hayvanca bir uzlaşmaya sığınarak –demagoji
ile safsata, riya, hile ve kalleşlikle seslerini ön plana geçirmiş, büyüyü
bozmuş bulunuyorlardı.”(Bitmemiş Senfoni, Yarın Diye Bir şey Yoktur’dan).
Tarık Buğra, dindar halkımızın manevi
vasıflarını da bilen bir romancıdır.
Kahramanları “bismillahlı,
Allahlı, yeminli” konuşurlar; günah, sevap bilirler. Allah’a verecekleri
hesabın, son nefesin kaygısı içindedirler. Oysa, Buğra’nın yaşıtları ve bir
öncekiler, Türk insanının ruh ve çevre portresini sanki eksik bırakmak
istercesine, bu halkın Müslümanlığına kapalı ve yabancı kalmışlardır. Ömer
Seyfettin’den ve biraz da Memduh Şevket Esendal ve Halide Edip Hanımdan sonra,
edebiyatçılarımız, dini sanki yasak bir konu imişcesine algılamışlardır.
Tarık Buğra’da ise ilk hikayelerinden
beri, dikkatle ve özellikle Müslüman töresi, Müslüman iman ve inancının
akisleri görülmektedir. Bu ilgi, elbette propagandaya hatta kayırmaya kaçmayan
ustalıkla, Türk insanının ölçülerine uyularak gösterilmektedir. “Küçük Ağa” romanının
kahramanı, bilindiği gibi “İstanbullu Hoca” namıyla tanınır. Buğra’nın o
romanı geçirdiği ve iyi tanıdığı Akşehir muhiti de, tabiatıyla dindardır. Bu
hava Firavun İmanı’nda, l. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Mehmet Akif,
Hüseyin Avni (ulaş) gibi Müslüman seçkinleri ile devam eder.daha sonraki
romanlarında da Müslüman insanların yaşayış ve inanışları, yine sık sık yer
bulmaktadır.
Başlıca
Romanları:
Buradaki
ilk önemli romanı ve bizce şaheseri olan Küçük Ağa’yı tanıyacağız.
“Küçük
Ağa” Üstüne:
Tarık
Buğra, İstanbul sanat çevrelerini vehimli bir atmosferde anlatan Siyah
Kehribar’dan sonra, Küçük Ağa adlı destanlı roman dizisine geçmiş
bulunmaktadır.
Küçük ağa
(1963) romanı, Akşehir kasabası ve çevresindeki Kuvay-i Milliye ortamını
ve Anadolu’nun bütün iç ve dış
zıtlıkları, çatışmaları ile Kurtuluş Savaşına hazırlanışını anlatmaktadır.
İşgal
görmemiş olan Akşehir kasabası aydınlarının, eşrafın ve din adamlarının
Ankara’da Mustafa Kemal’in öncülüğünde toplanan milli kuvvet ile 600 yıldır
bağlı oldukları İstanbul hükümeti arasındaki tereddütleri bu romanın bel
kemiğini teşkil ediyor. Yazar, bu trajediyi eserinin başında şöyle anlatıyor:
“Bir millet, her zaman olduğu gibi o devirde de vatan
sevgisini, devlet şuurunu dini ile iç içe duyardı. Her savaş bir “Cihat”
olagelmişti. Vatan millet sembolleri din sembolüyle birleşiyordu:Bir tek
bayrakta üç kutsallık. Bu milletin tâ kendisi yüzyıllar boyunca işte bu
bayraktı.
Ve
bu bayrağı halife-i ruy-ı zemin, şâh-ı cihân açardı. Hayatı bu gelenek
düzenlerdi.
Ancak bu gelenekle
var olabileceğine inanan bu millet, bir gün, bir başka bayrak altına çağrıldı.
Bayrak bir başka bayrak, bayrağı açan el bir başka eldi. Fakat bu bayrak da ata
ocağı için diyor, vatan için diyordu.
Dünya
Savaşı yaklaşırken Darul Fünun’dan mezun olur. Aynı gün evlendi. İhtiyar
Osmanlı Devletinde tanınmış bir şeyhin oğludur. Farsça, Arapça, Fransızca
bilmektedir. Çok zekidir. İlk görevini karısı üç aylık hamile iken alır. İşi
ittihat ve Terakki Fırkasının 3 başını öldürmektir. Meşrutiyetle birlikte
ihtiyarın karşısına politika ve politika adamları çıkar. Bu arada bacanağı 3
ittihatçının suikastini ihbar eder. İhtiyarda olayla ilgili gördüğü karısının
zehirleyerek öldürür. İzmir suikast inde Gazi Paşaya bağlı değerli insanları
öldürtür ve olayı örtbas ettirir.
Güliz Dönemi:
İhtiyar
Haydarpaşa’da bindiği gemide kendine kağıt uzatan 5-6 yaşlarındaki bir kız
dikkatini çekmiştir. Adının Güliz olduğunu söyleyen kız dilenmektedir.
Adamlarına kızı araştıttırır. Gerçek
adı Sıdıka’dır. Annesi küçük kızı bir ayak takımına kiralamıştır. İhtiyar bu
ayak takımını kendine bağlar ve Sıdıka’yı yanına alır. Adı artık Güliz’dir.
İhtiyar kızın bütün sosyal ve kültürel eğitimini sağlamıştır.
Delikanlı:
Adı
Raşid’tir. Beş kardeşin en küçüğüdür. Raşid’i çocuksuz bir akrabası yanına
almıştır. Ayak işlerini yapmakta sonra ormanda çalışmaktadır. Aynı zamanda
okumaktadır.
Raşid,
ihtiyarla fakültenin ilk gününde karşılaşır.
İhtiyar
kürsüde konuşmaktadır.
-
-
-
Öğrenmek ve bilmek
zorunda değilsiniz (deyince ihtiyar)
Delikanlı söz ister ve:
-
-
-
Sayın profesörüm
öğrenmek ve bilmek zorunda kalırsak bir sakıncası olur mu? Der.
Profesör
bu konuyla üzerinde konuşmak için istediği zaman yanına gelmesini ister. Delikanlı
gitmez.
İhtiyar
adamlarına Delikanlıyı çok aratır ama bulamazlar.
Raşid
Beyazıt’ta bir öğrenci kahvesinde karşılaştığı teyzesinin oğlu üsteğmen Mim
Topbaş’a takılır ve İstanbul’dan ayrılır.
Askerliğini
bu arada yapıp İstanbul’a döner. Üç yıl geçmiştir. Bu okulda öğretmenlik yapar.
Buradaki felsefe öğretmeni Raşid’i onu çok arayıp bulamayan ihtiyara bildirir.
İhtiyarda ona Raşid’i lokantaya düşürmesini ister. Raşid takıldığı müdür
muavini tarafından okuldan kovulur. Raşid
üniversiteye devam eder.
Bir
gün üniversite bahçesinde tek oturduğu sırada bir grup gelir. Raşid’le
Yemeğine
iddiaya girmek isterler ve Raşid kazanır. Lokantaya giderler. İhtiyarın
istediği gibi olur. İhtiyar bir yıl önce emekli olmuştur. Raşid profesörü
tanır. Profesörde yerinden kalkar Raşid’e onu tanıdığını ve ilk
karşılaştıklarını hatırlatır ve Raşid şaşırır. Bu arada felsefeci Raşid
hakkında geniş bilgiler toplamış ve anlatmıştır.
Raşid
bir gazete ilanı ile musahhih olarak işe başlar. Sabah erkenden işine gidip
diğer zamanlarında fakülteye gitmektedir.
Yeni
tanıştığı gruptaki Filinta Delikanlı Raşid’i Prof’un emeklilik yıldönümü
kutlamalarına çağırır. İhtiyar Filinta delikanlıya Raşid için dayısının yanında
çalışmasını ister ve Raşid yeni yerde işe başlar. Raşid artık akşamları ihtiyarın
gittiği lokantaya gider. İhtiyarın konuşmaları Raşid’i içinden çıkmaz bir hale
sokar. Raşid ile ihtiyarın arası açılır. İhtiyar Raşid’e gemide rastlar ve
Raşid’in kendini küçümsediğini ellerini göstererek bu parmaklarda yığınla
insanın ve ülkenin ipi olduğunu söyler ve gücünü anlatmaya çalışır.
Raşid
ertesi sabah gittiği işten kovulmuştur. Eski çalıştığı yayın evine döner. Bir
arkadaşıyla çıktığı gemide bir soyut resim sergisine arkadaşının ısrarı ile
girer. Burada Güliz’in güzelliği, konuşması ve felsefesi Raşid’i çok etkiler.
Bütün bu olanlar ihtiyarın istediği gibi gitmektedir. Güliz de Raşid’den
hoşlanmıştır. Buluşmalarında Güliz amcasının yanında kaldığını ve amcasını
anlatmaktadır. Raşid Güliz’in amcasının ihtiyar olduğunu anlamıştır. Ama birbirlerini
seviyorlardır.
Güliz
korkarak ihtiyarla Raşid’in barışmasını ister ve barışırlar. İhtiyarla Raşid
daha sık buluşmaya başlar. Raşid,Güliz’le ise artık seyrek buluşmaktadır.
İhtiyar Raşid’e evine geldiği bir gün araba verir. İhtiyar faaliyetlerinden deneklerle
konferanslarla, insanları nasıl kendine bağladığını Lenin devrinden, Atatürk’ün
Devrinden alaylı bir şekilde Raşid’e bahseder.
Raşid’i
kendine iyice bağlayan ihtiyar ilk işi
verir. İşi bir konsolosluğa bomba koymaktır. Olayın yapılacağı gün Güliz’le
buluşur. Güliz’in nasihatlarına ters tepki veren Raşid Güliz’in yanından
ayrılır. Olayda Raşid’e sahte kimlik uydurulur. Adı Kaya Yılmaz’dır artık.
Raşid bombayı konsolosluğa değil bir restoranda yerleştirir. Çünkü ihtiyarın
düşüncesi ve insanları kullanması delikanlıyı iğrendirmektedir.
İhtiyar
buna çok sinirlenir ve adamlarına her yerde delikanlıyı arattırır. İhtiyar
tedbirden evini değiştirir.
Çaresiz
dolaşan Raşid Güliz’i arar ve Güliz’in verdiği adreste buluşurlar. Raşit ihtiyarı
öldüreceğini söylemesine rağmen Güliz evde kalıp dışarı çıkmamasını ihtiyarla
arasını yapacağını söyler. Sabah erken Güliz evden ayrılır. Bindiği vapurda
ihtiyarı öldürmeyi düşünür ve nasıl yapacağını bulur. Onu zehirleyerek
öldürecektir.Güliz ihtiyarın bağlantılı olduğu bir teyzenin yanına gider Dost
ziyareti gibi hiç kuşkulandırmadan zehri alır ve evden ihtiyarın yeni yerine
gitmek için ayrılır.
Güliz
bindiği taksinin benzin almak için durduğu istasyonda Raşid’i santralden
aratır. Arayan adama Raşid yeri sorar Güliz’le konuşur. Raşid Güliz’in gittiği
evi benzin istasyonundan tahmin ederek bulur. Raşid silahını alır ve oraya
gider. Silahını girişte asmanın altına saklar. Kapıdaki korumalar Raşid’i tanır
ve üzerini ararlar. Korumanın biri içeri girer. Raşid koruk alma niyetiyle
sakladığı silahı alır ve cebine saklar.
Bu
arada Güliz’le ihtiyar bahçeden içeri girerler. İhtiyar aşçıdan ıhlamur ister
ve Güliz de mutfağa girer, aşçı sebzeleri yıkarken Güliz ıhlamuru yapar ve
zehri içine koyar. Ihlamuru ihtiyara verir Güliz çok telaşlıdır. İhtiyar
ıhlamuru içmeye başlamıştır. Güvenlik görevlisi içeri girer. Raşid’in geldiğini
haber verir. İhtiyar bodruma götürülmesini emreder. Biraz sonra iki el silah
sesi duyulur. Raşit korumaları öldürmüştür. Fenalaşan ihtiyar ıhlamurun
içindeki zehri fark etmiştir ama geç kalmıştır. Raşid içeri girer. Yukarıda
silah sesi duyar ve yukarı çıkar açtığı kapıda üzerine bir kadın yığılır kalır
bu Güliz değildir. Yerde yatan ve vücudu gerginleşen ihtiyarın elindeki tabanca
patlar Raşid bacağından vurulur. Raşid olay yerinden kaçar. Raşid’in de
bulunduğu ertesi günkü ihtiyarın cenazesinde her kesimden insan vardır. Raşid
ayağı topal bir şekilde otobüs durağına giderken Güliz’i düşünür Ne olmuştu
diye...
2. Romanın Tanıtımı:
Eserin
ilk baskısı 1979’da ve son baskısı 1995’de olmak üzere 6 baskısı vardır. Ötüken
yayınevi yayımlamıştır. Yazarın eserleri içinde ikinci sıradadır.
3. Şekil Yapısı: Eser 391 sayfalık bir hacme sahiptir.
4. Mesaj:
Gündelik
toplum hayatından, Türkiye’nin meselelerine anarşi, terör, nifakı gibi
1960’larda hatta daha önceleri 1910’dan beri Türkiye’nin başında eksik olmayan
ve eksik edilmeyen dertler ve bunları ortaya çıkardığı problemler gerçekçi bir
şekilde tasvir edilerek tiplerle yansıtılmıştır.
5. Olay:
Eserin
Türk edebiyatındaki yeri: Cumhuriyet devri eserlerindendir. Tarık Buğra’nın en
çok okunan kitaplarından biridir. Olaylar; Siyasi, içtimai, tarihi ve felsefi
boyutlardadır.
6. Anlatım Tekniği:
Olaylar
3. Tekil Şahıs ağzıyla anlatılır. Yani yazar olayların içinde değil sadece
anlatıcıdır.
7. Zaman:
Eserde
özetleme tekniği ile art geri zamandan. Anlatma tekniği ile eş zamandan ve
gösterme tekniği ile de kahramanların diyaloglarından bahsedilir. Genel zaman
ise eş zamandır. Olayların akışına göre art(geri) zamandan ve gösterme
tekniğinden faydalanmıştır.
8. Mekan: Eserde mekan olarak İstanbul kullanılmıştır. Kapalı mekan olarak:
Lokanta ve köşk vardır.
9. Şahıs Kadrosu
1.
1.
1.
Derecede şahıs
kadrosu: İhtiyar, Raşid (delikanlı), Güliz (sıdıka)’dır.
2.
2.
2.
Derecede şahıs
kadrosu: Felsefe öğretmeni, Filinta delikanlı.
İhtiyar: Birinci
Dünya savaşı yaklaşırken Darul Fünundan (üniversite) mezun olmuştur. Osmanlı
ülkelerinde tanınan bir şeyhin oğludur. Boylu boslu, ata binmede, kılıç ve
silah kullanma da usta, Farça, Arapça ve Fransızca bilen çok zeki biridir.
Karakteri
İse: Bütün kötülüklerin başı, sembolü, sebebi ve planlayıcısıdır. Bütün
dünyadaki ve yurttaki bütün kötülüklerinin vasıflarını nefsinde toplayan bir
tiptir. Düzenlediği konferans ve toplantılarla taraf toplayan ve bu insanları
yurdu parçalamak için kullanan devlet içinde devlet olmaya çalışan belli bir
ideolojisi olmayan ve bunu çok masum bir statüde yani profesör olarak yapan bir
felsefeye sahip olan insandır.
Raşid (delikanlı): Anadolu’nun kenar bir kasabasının yoksul bir ailesinden gelip ve
ihtiyarın ağına düşmüş öldürülen sürülen işsiz kalıp mahvolan devletine ana
babasına bile kasteden binlerce gencin bir örneğidir.
Güliz: Asıl
adı Sıdıka’dır. Kenar mahalleden alınıp yetiştirilip Delikanlıya karşı (daha
birçoklarına) yem olarak kullanılan güzel bir kızdır.
İhtiyar
İzmir suikastını kendisi değerlendirir.
<<Bu
mendeburlar değerli idiler ve dürüsttüler; hatta onları çok seviyordu ve çok
sayıyordu. Ve bu mendeburlar koltuk moltukta istemiyorlardı. Aksine Gazi Paşaya
bağlı idiler ve devlet adına bel bağlıyorlardı ona. İstedikleri biricik şey
Paşanın çevresindeki ve hükümetindeki kötülerin beceriksizliklerin ve
yutucuların temizlenmesi idi. Bıraksaydım becereceklerdi de pisler. Ve o zamanda
felsefem hapı yutacaktı. Hem de iki yönlü olarak, ve iki değil üç yönlü hapı
yutacaktı. Anlatayım bak; Becerselerdi önce memleket işleri düzelecekti ve halk
devlete daha çok bağlanacak ve gözler kulaklar bana kapanacaktı. İkincisi
muhalefet silikleşecek hatta uysallaşacaktı. En önemlisi bu mendebur halk
yiğitlerinin asılması, zindanlara atılması veya sürülmesi ve kinler oluşmaktır.
Olan ve olmak istidadında bulunan hoşnutsuzları bunalımları kinleri beslemektir
körüklemektir, azmanlaştırmaktır, körüklemektir, üretmektir,
türetmektir.>>